Daha büyümedim ben. Çocukluğum çok geçmişte kalmadı. Küflendirmedim ve tozlandırmadım eski raflarda. Bir gün açar okurum diye kaldırmadım raflara, hep yanı başımda, her gün yine yeniden yazdım içimdeki çocuğu.
Küçük bir mahallenin kalabalık yürekleriydik. Minik avuçlarımız toprağa doyardı. Doya doya çıkarırdık tadını masumluğumuzun. Sabah çıkardık sokaklara, yemek yemeyi unutur, hiç yorulmazdık. Akşam ezanları okunmaya başladığı zaman aklımıza gelirdi evin yolu. Öyle ya babam beklerdi, kızardı az daha geç kalsam. ‘Ebe’ deyip kaçardık evlerimize. Akşam yemeği vakti gelmiştir. Babam ‘yeseniz de yemeseniz de bu sofraya oturulacak’ derdi. Göndermezdi bizi öyle bir yerlere akşam yemeği vakti evde olmayacaksak. Akşam yemeği önemliydi, aile sofrada buluşurdu çünkü. Bizi biz yapan da buydu zaten.
Kış ayları geldiğinde babam üşümeyelim diye sabah ezanıyla birlikte yakardı sobayı. Sobanın tıkırtılarına uyanırdım. İşte en sevdiğim an. Sobanın ateşi deliklerden evimizin tavanına yine bir hikaye yazıyordu. Çaydanlık da başlardı birazdan o muhteşem seremoniye. Annem gelir, çaydanlığı yavaşça alır, kahvaltıyı hazırlamaya başlardı. Her sabah buz gibi mutfakta o kahvaltıyı hazırlamak hiç zor gelmez miydi merak ediyorum. Babam da o sırada traş olurdu çaydanlıktan aldığı bir kısım suyla. Bizse uyandığımız halde yataktan çıkmamak için gözlerimizi zoraki kapatırdık.
Arkadaşlarım anaokuluna başlamış, oyun arkadaşım kalmamıştı. Ablamlar dikiş nakış kursuna gider, kahvaltıdan sonra öylece kalırdım evde. Anneciğimle cızırdayan sobanın başına otururduk. Yanımızda dedemin hacdan getirdiği eski, küçük bir radyo. Benim elimde annemin ördüğü bebeğim, annemin elinde ablamların çeyizlerine hazırlık danteller olurdu. O kadar yalvardığım halde hala televizyonumuz yoktu. Biz de ‘arkası yarın’ları dinlerdik can kulağıyla. Radyo programı bitince sıkılırdım. Anneme yalvarırdım televizyonu olan bir komşuya gidelim diye. Utanırdı beni götürmeye. Gözlerimi kırpmadan reklamları bile izlerdim, komşular da benim o halime gülerdi. Televizyona bakmasam bu defa da her lafa bir cevap, bir soruyla girmeye çalışır çok konuşurdum. Annem bir iki göz-kaş yapar baktı ben anlamıyorum sessizce bir çimdik atardı bacağıma.
Günler böyle geçer ve ben her gün okul çıkış saatinde arkadaşlarımı beklerdim evimizin karşısındaki kaldırımda. Onlar gelirken de sanki oynuyormuşum, sanki onları beklemiyormuşum gibi de gururlu durmaya çalışırdım. Bana ballandıra ballandıra okulda yaptıklarını gözlerinden gözlerinden parıltılar çıkararak anlatırlardı. Ben de heyecanımı gizlemeye çalışırdım. ‘Sen neden gelmiyorsun?’ diye biterdi bu sohbet ve benim cevabım hep ‘ben baba okuluna gideceğim’ olurdu. Neden gitmediğimi bilmiyordum ki. Ancak büyüyünce anladım babamın memur maaşının o zamanlar bizi ancak geçindirdiğini.
O günlerde başlamıştı okul, sıra, öğretmen aşkım. Bu aşk, beni bu günlere getirdi. Şimdi yüzlerce çocuğum var, gün geçtikçe artacak çocuklarım ve çocukluğum. Beraber yaşayacağız, annemizin elleriyle ördüğü, göz nuru döktüğü bebeklerimiz olacak. Her sabah gün ışığı değdiğinde yüzümüze atacağız kendimizi çığlık çığlığa sokaklara. Çamurdan yaptığımız yemeklerin fırını olacak güneş. Tekerlemeler çınlayacak her yerde ve körebenin ebesi seçilecek yine. İstoplar oynarken hayatın renklerini keşfedeceğiz. Birdirbirle öğreneceğiz zıplamayı. Sokakta düşüp dizimiz kanadığında öğreneceğiz sır saklamayı.
Ve hayallerden dünyaya düştü yüreğim. Sınıfıma attığım ilk adımla hayat yeniden başladı. Çocukların dillerinde yabancı sözcükler dolanıyor. Oyunlarda rüzgar okşamıyor saçlarını, ayakları yere değdikçe daha yükseğe sıçramak istemiyorlar. Artık kuşları taklit edip dönerek bulutlara dokunmaktan hoşlanmıyorlar. Ellerinde ve üzerlerinde çamur lekeleri yok, dizleri yırtılmış değil sapasağlam, tertemiz. Körebe, mendil kapmaca, saklambaç,üç taş, beş taş oynamak istediğimde anlamsız bir yük çöküyor gözlerine. Mikropla hiç tanışmamış sağlıksız çocuklarımız var sanki.. Artık yemek değil hamburger yiyoruz. Kalabalık bir ailede yalnızlaşmış çocuklarımız var. Küçük bir şeker mutlukla doldurmuyor o minik yürekleri. Biz elde edebildiklerimizle mutluyken onlar elde edemedikleriyle mutsuz..Bizlerin çok geç öğrendiği televizyonun kurdu olan minik beyinler var etrafımda dolaşan. Televizyon, bilgisayar, tablet derken; unutulmuş bir koşuşturmaca var pencerenin dışında. Ve bir gün… Kapalı kalmış pencereleri aralayan bir öğretmen oldum. İşte o gün küçücük bir bahçede kocaman yürekler olduk. Minik avuçlarımız toprağa heyecanla dokundu. Rüzgarı öpücüğe boğduk, nefesimiz kesilircesine koştuk. ‘Yağ satarım, bal satarım, ustam ölmüş, ben satarım..’ şarkısına ritim olduk kalbimizdeki heyecanla. Bu gün bulutlar daha mı mavi? Bu gün güneş daha mı parlak? Rüzgâr nasıl da nazikçe okşuyor yüzümüzü. Bilmem… Belki de bakışlarımızdı günü güzel, bizi özel yapan. İşte o zaman fark ettim ki bir çocuğun gözlerindeki gülücük bir diğerinden farklı değil, masumlukları yüreklerinden büyük. Benim küçük yüreğimden farkı yok o yüreklerin. Gün hangi gün olursa olsun, çocuk hep aynı çocuk… Yıllar geçse ne fark eder. O minik yüreklerin heyecanıyla ben bu gün de çocuk kalacağım. Ve gün yine bizim gökyüzüne çizdiğimiz gülümseyişlerle başlayacak. Ben çocukluğumda kalırken onlar adım adım koşacak geleceğe…
Yazı: Maria Puder
Fotoğraf : Mücahit Onur Diril
Bir yanıt yazın